12 Mart 2011 Cumartesi

Bulutlar üstünden tatli aci ve günbatimi, gözyasi ne garip sey bu hüzmeler arasinda pamuk diyarda, iste günbatimi.

6 Şubat 2011 Pazar

10 Ocak 2011 Pazartesi

Şiir nedir ki?

Okurken dinlemek için...


Şiir nedir ki?
sayfalara dökülür mısralar,
belki birkaç göz yaşı, belki biraz kül fazladan.
defter tozlu raflarda,
unutulur, kaybolur gider...

Üzüntü nedir ki?
Bir fincan kahve, ya sonra?
Güzel birkaç söz, biraz zaman...
gülersin geçer...

Mutluluk nedir ki?
Belki nazikçe dokunduğun güzel bir yüz, 
belki bir çocuğun yüzündeki gülümseme,
belki kolundan tuttuğun yaşlı bir kadının sözleri,
belki de sadece sessiz bir oda.
Telefon çalar ve biter.

Ömür nedir ki?
Doğarsın, büyürsün, seversin ya sonra?
Kırarsın, üzersin, nefret edersin ya sonra?
Nefes alırsın ve...
geçip gider.

Aşk nedir ki?
Mutlu etmeye çalışmanın o dayanılmaz coşkusu.
Mutlu edilmenin o dayanılmaz huzuru...
Göz yaşlarım dökülür mısralara,
koyarım başımı yastığa,
ve yeni bir gün daha...

carpe diem, quam minime credula postero.
Seize the day, trusting as little as possible in the future

3 Ocak 2011 Pazartesi

Hanımımın en kötü günü

Çığlıkları yatak odasını dolduruyordu. Hemen, kötü haberi aldığını anladım. Diğerleri onu sakinleştirmek için odaya koştular. Ben de kapının yanında kısa bir süre sessizce durup olayın şokunu ilk önce kendim atlatmaya çalıştım. Dizlerinin üzerine çökmüş iki elini havaya kaldırmış ölürcesine ağlıyor ve tavana bakıyordu. Kimse bir süre ona dokunmaya veya birşey söylemeye cesaret edemedi. Ben de uzun süre olduğum yerde bekledim. Daha önce hiç böyle birşey görmemiştim. Evet bugüne kadar, onlara hizmet ederken, bir çok kişinin bir yakınını kaybettiğini görmüştüm, babalarını, annelerini, eşlerini hatta çocuklarını kaybettiklerini ama o an şahit olduğum şey çok farklıydı. Karşımdaki kişi sadece ağlamıyor, o simsiyah gözlerinden düşen her bir damlada belki de ömründen de bir yıl kaybediyordu. Sonra aniden yere kapandı. Kafasını yere vurup vurmadığına emin olamadım. Aceleyle herkes onu yerden kaldırmaya çalıştı. Bir kolundan Ginou diğer kolundan da Bayan Berteaut ve Bay Louise tuttu ve onu kaldırdılar. "Marcel" diye delirircesine bağırıyordu, elleri titreyerek boş bakışlarla mutfağa doğru geçti. Tam o sırada aklıma tezgahta duran bıçaklar geldi ve kendisine zarar vermesinden o kadar korktum ki "Hanımım" diye bir çığlık attım arkasından da feci şekilde utandım. Hadisenin karmaşıklığından ve hanımımın çığlıklarından benim tepkim farkedilmemişti bile. Korktuğum başıma gelmedi ve hanımım mutfak kapısından ana salona yöneldi. "Sadece saatini verecektim" diye bağırıyordu. Bir an şüpheye düştüm. Yoksa kötü haberi duymamış mıydı? Ama "Marcel!" diye bağırıyordu. Hayır hayır biliyordu. Peki saat neyin nesiydi ya da birine saatini vermek onu suçlu mu yapıyordu? İki elimi karnımda kavuşturup ne yapacağımı bilemeden bekledim. Bay Louise ve Bayan Berteaut onu alıp yan odaya gittiler ve kapıyı kapattılar. İçeriden boğuk tonda hanımımın çığlıkları yankılanıyor. Kah "Marcel!" kah "Benim için o uçağa bindi" diye bağırıyordu. Köşede duran bir sandalyaye oturup salonun yüksek tavanına bakarak bir süre içeriyi dinledim. Sabah olmasına rağmen sanki akşam gibiydi. Ekim ayı için fazla güneşli bir gündü ama hanımımın isteği üzerine bütün pencereleri her zamanki gibi kapatmıştık. Bayan Berteaut bir süre sonra dışarı çıktı çünkü Ginou, Bayan Berteaut'yu görmeye gelen bir ziyaretçiyi buyur etmişti. Bayan Berteaut çıkınca hemen ayağa kalktım. Ginou da misafire su getirmek için içeri gitti. Gelen bey ziyadesiyle yakışıklı iyi giyimli bir beyfendiydi. Bayan Berteaut'la ayak üstü konuşmaya başladılar. Belli ki daha önceden tanışıyorlardı. Bayan Berteaut alelacele beye sarılıp ona hoşgeldin dedi. Beyfendinin söylediği birkaç taziyeden ve birkaç kederli cümleden sonra o ana kadar metanetini ve sabrını koruyan Bayan Berteaut da hüngür hüngür ağlamaya başladı. Gelen bey "Momone! çok üzgünüm" diye Bayan Berteaut'yu teselli etmeye çalışıyordu. Ginette Neveu onun çocukluk yıllarından beri Paris'teki en yakın arkadaşıydı. Hanımımın Paris'teki son yıllarında Bayan Berteaut ve Bayan Neveu, bir davette tanışmışlar ve aralarındaki köken farkına rağmen çok iyi arkadaş olmuşlardı.  Mutfak dedikodularında hep ismi geçerdi çünkü Bayan Berteaut'yla birlikte sarhoşken yaptıkları garip dansları bütün hizmetçi tayfasının hep dilinde olmuştu. Gelen beyfendinin getirdiği haber Bayan Neveu'nun da aynı uçakta olduğunu söylüyordu. Ortalığı tam bir yas ve ağıt havası kaplamıştı. Aniden küçük odadan Bay Louise adımı haykırdı. Hemen kapıya atıldım fakat açarken kabalık olmasın diye yavaş davranmaya çalıştım. Bay Louise, bir bardak konyak ve kendisi için de sigara istedi. Koşarak aşağı kata indim. Ana holdeki büyük aynanın önünden sigara aldım sonra yine yukarı çıkıp pencerenin yanındaki içki dolabına yöneldim. Muhtemelen konyak hanımımım için istenmişti o yüzden her zamanki gibi fazla fazla koydum ama acele ettiğim için birazı yere döküldü. Şişenin kapağını bile kapatmadan hemen sigara ve içkiyi odaya götürdüm. Bay Louise teşekkür etti ve çıkmamı istedi. Bir an göz ucuyla hanımıma baktım, gözleri yaşlar içindeydi ve bir eli bariz şekilde görebildiğim üzere şiddetle titriyordu. Saçları darmadağan, köşedeki küçük kanepeye yığılmıştı. Oysaki Bay Cerdan'a, o geldiğinde güzel görünmek için geceden saçlarını yapmış ve en sevdiği elbisesiyle yatmaya karar vermişti. Uzun bi solukla kapıyı hiç ses çıkarmadan arkamdan kapattım. Dışarıda Bayan Berteaut ve ziyarete gelen beyfendi üçlü koltuğa oturmuşlar öylece duruyorlardı. En azından Bayan Berteaut, kendini biraz toplamış görünüyordu. "Bu da birşeydir" dedim kendi kendime. Bu olayları yaşıyan kişinin ben olmadığıma bir an olsun sevinip, şükrettim. Bu kadar çok kişinin hayranı olduğu, birçok ülkede tanınan bir sanatçının bu şekilde gözlerimin önünde eriyip gittiğini görmek üzücü ama bi o kadar da şaşırtıcıydı. Sonra dedim ki "o da insan üzülmeyecek mi yani". Ne bileyim, hanımımı hep bize ve ziyarete gelen sanatçılara karşı sert ve otoriter görmüştüm. Canı uyumak istiyorsa uyur, canı gelen kişiyi kabul etmek istiyorsa kabul eder, evde onun sözü geçerdi. O otoritenin ardından mevcut tabloyu görmek üzücü olduğu kadar evet şaşırtıcıydı da. Uzun bi süre hanımım ve Bay Louise odadan çıkmadılar. Daha sonra akşam yemeğine yakın bi zamanda kapı aralandı. Hanımım her zamanki gibi kamburu çıkmış bir şekilde yürüyüp yatak odasına geçti, akşam yemeğini yemesini umdum ama odasından dışarıya adım atmadı. Gece ışıkları söndürüp yatağıma giderken ara sıra hanımımın kesik kesik haykırışlarınu duyuyordum. Geldiğimizden beri her daim müziğin doldurduğu bu malikanede artık haykırışlar ve üzüntü fırtına gibi esiyordu.

27 Aralık 2010 Pazartesi

1 yıl sonra


Yağmur yağarken arabanın camından dışarıyı izlemeyi hep sevmişimdir ama malesef bugün bu durum söz konusu değil. Onu kaybettiğimden beri tam 1 yıl geçti, seven, kavuşan, sevdikleriyle birlikte olan biri için çok kısa ama benim gibi biri için ömür kadar uzun tam 1 yıl. Dışarıdaki yağmur, çamur içinde koşuşturan insanları görüp içinde bulunduğum arabanın sıcak ve güvenli koltuğunda olmaktan mutlu olamıyorum ne yazık ki.  Radyoda çalan parçalar bile hüzünlü.  Arka koltuktan bana “Baba baba, çikolata alalım.” dediğini duyar gibiyim. Markete gidene kadar hoplayıp zıplayıp, kulaklarımla, saçlarımla oynardı, bazen de koltuğun arkasından boynuma sarılıp “Kim sarıldı?!?!?” diye neşeyle sorardı  küçük hanım. Offf offf...  Damlalar gözlerimden usulca süzülürken birden irkildim çünkü alışkanlıktan, beni ağlarken görür de üzülür diye düşündüm, ama o yoktu, buna da ayrı bir üzüldüm. Tam bu sırada yanımdaki kapının camına bir el tıklattı. Gelen güvenlik görevlisiydi ve burada daha fazla bekleyemeyeceğimi, gitmem gerektiğini söyledi. “Peki” dedim ve arabayı çalıştırdım. O kadar üzgündüm ki pedala basarken üzüntüden bacağım bir an tutmadı. Yola çıkıp ilerlemeye başladım. Nereye gitsem ki? Annemlere gitsem beni bu halde görmelerini istemiyorum zaten birkaç gün öncesinden beri durumumu sık sık telefonla arayıp kontrol ediyor. Semih’e gitsem o da bu aralar yeni kız arkadaşıyla çok meşgul, ben de açıkçası rahatsız etmek istemiyorum. Nereye gitsem ki...  Hayatımın hiçbir döneminde yalnız kalamadım. Şu an da galiba bunun sıkıntısını çekiyorum. Neden birine gitmem gerekiyor ki? “Git evine otur be adam!”. Birilerinin yanında olmaya, onun yanında olmaya o kadar çok alışmışım ki, belki de sırf bu yüzden onunlayken kimseye ihtiyaç duymuyor, kendimi olabildiğince güçlü hissediyordum. Evet evet... çünkü o vardı. Bir değişiklik yapmaya karar verdim ve evin yolunu tuttum. Cebimdeki onca şey içinden evin anahtarını bulup kapıyı açtım, ıslak montumu askılığa astım. Ev çok sessizdi, duvardaki saatin tik tak sesleri dışında hiçbir şey duymuyordum. Birden o kadar yorgun ama bir o kadar da huzurlu olduğumu hissettim ki ışıkları açmak, bu anı bozabilecek hiçbir şey yapmak istemedim. Etrafı sadece kapının eşiğindeki loş lamba sayesinde görüyordum. Yavaşça sürünürcesine salona gittim. Dışarıdaki sokak lambasının sarı, ılık ışığı sabah açtığım perdelerin arasından odaya süzülüyor, koltukların üzerinde hüzmeler oluşturuyordu.  Bir oh çekerek kendimi koltuğa attım. Kafamı koluma dayayıp yeniden dışarıdaki yağmuru izlemeye başladım. Cama çarpan yağmur damlaları birer birer bir akıntıya dönüşerek kayarak bakışımı terk ediyorlar, tıpkı onun gibi... Saçma bir şekilde Yağmur adındaki arkadaşı geldi aklıma Deren’imin. Yağmur, ondan 2 yaş büyüktü ama çok iyi anlaşıyorlardı. Bizimki küçük olmasına rağmen hep mağrur bir tavır takınıp Yağmur’un yaptığı çirkefliklere dengeli tepkiler veriyor, bu da ondan büyük arkadaşını deli ediyordu :) Offfff, offf. Evet başta o yoktu, kızım yoktu ama artık durum farklı, değişik, yaşanmışlıklarımı nasıl göz ardı edebilirim. Bu aynı en sevdiğin filmi televizyonda izlerken elektriklerin kesilmesi gibi... Öğlen gördüğüm o yaşlı adam ve torunu beni ağlama krizine sokunca olayın ciddiyetinin daha da bir farkına vardım galiba. Açıkçası adam adına üzülmüştüm çünkü eğer benim hissettiklerimi hissetmiş olsaydı ve torunu hala yanında olsaydı fikrimce onu iki kat daha fazla severdi. Ya marketteki kadına ne demeli. Tatlı küçük kızı reyonları gezmek, etrafı incelemek isteyince sert bir şekilde kızıp yanından ayrılmamasını söylemişti, halbuki ufaklık hiçbir teklike barındırmayan o küçücük markette gezip oynamak istiyordu. Kadın öyle bağırınca nasıl da sinirlenmiştim... Beni üzen, bir şeylerin yokluğunu hissetmem mi yoksa daha önce hissettiğim duyguların şu anki yokluğumu beslemesi mi?! bilmiyorum...Tek bildiğim çok fazla uykum geldiği. En iyisi yatayım artık, onsuz bi gün daha bitti...