27 Aralık 2010 Pazartesi

1 yıl sonra


Yağmur yağarken arabanın camından dışarıyı izlemeyi hep sevmişimdir ama malesef bugün bu durum söz konusu değil. Onu kaybettiğimden beri tam 1 yıl geçti, seven, kavuşan, sevdikleriyle birlikte olan biri için çok kısa ama benim gibi biri için ömür kadar uzun tam 1 yıl. Dışarıdaki yağmur, çamur içinde koşuşturan insanları görüp içinde bulunduğum arabanın sıcak ve güvenli koltuğunda olmaktan mutlu olamıyorum ne yazık ki.  Radyoda çalan parçalar bile hüzünlü.  Arka koltuktan bana “Baba baba, çikolata alalım.” dediğini duyar gibiyim. Markete gidene kadar hoplayıp zıplayıp, kulaklarımla, saçlarımla oynardı, bazen de koltuğun arkasından boynuma sarılıp “Kim sarıldı?!?!?” diye neşeyle sorardı  küçük hanım. Offf offf...  Damlalar gözlerimden usulca süzülürken birden irkildim çünkü alışkanlıktan, beni ağlarken görür de üzülür diye düşündüm, ama o yoktu, buna da ayrı bir üzüldüm. Tam bu sırada yanımdaki kapının camına bir el tıklattı. Gelen güvenlik görevlisiydi ve burada daha fazla bekleyemeyeceğimi, gitmem gerektiğini söyledi. “Peki” dedim ve arabayı çalıştırdım. O kadar üzgündüm ki pedala basarken üzüntüden bacağım bir an tutmadı. Yola çıkıp ilerlemeye başladım. Nereye gitsem ki? Annemlere gitsem beni bu halde görmelerini istemiyorum zaten birkaç gün öncesinden beri durumumu sık sık telefonla arayıp kontrol ediyor. Semih’e gitsem o da bu aralar yeni kız arkadaşıyla çok meşgul, ben de açıkçası rahatsız etmek istemiyorum. Nereye gitsem ki...  Hayatımın hiçbir döneminde yalnız kalamadım. Şu an da galiba bunun sıkıntısını çekiyorum. Neden birine gitmem gerekiyor ki? “Git evine otur be adam!”. Birilerinin yanında olmaya, onun yanında olmaya o kadar çok alışmışım ki, belki de sırf bu yüzden onunlayken kimseye ihtiyaç duymuyor, kendimi olabildiğince güçlü hissediyordum. Evet evet... çünkü o vardı. Bir değişiklik yapmaya karar verdim ve evin yolunu tuttum. Cebimdeki onca şey içinden evin anahtarını bulup kapıyı açtım, ıslak montumu askılığa astım. Ev çok sessizdi, duvardaki saatin tik tak sesleri dışında hiçbir şey duymuyordum. Birden o kadar yorgun ama bir o kadar da huzurlu olduğumu hissettim ki ışıkları açmak, bu anı bozabilecek hiçbir şey yapmak istemedim. Etrafı sadece kapının eşiğindeki loş lamba sayesinde görüyordum. Yavaşça sürünürcesine salona gittim. Dışarıdaki sokak lambasının sarı, ılık ışığı sabah açtığım perdelerin arasından odaya süzülüyor, koltukların üzerinde hüzmeler oluşturuyordu.  Bir oh çekerek kendimi koltuğa attım. Kafamı koluma dayayıp yeniden dışarıdaki yağmuru izlemeye başladım. Cama çarpan yağmur damlaları birer birer bir akıntıya dönüşerek kayarak bakışımı terk ediyorlar, tıpkı onun gibi... Saçma bir şekilde Yağmur adındaki arkadaşı geldi aklıma Deren’imin. Yağmur, ondan 2 yaş büyüktü ama çok iyi anlaşıyorlardı. Bizimki küçük olmasına rağmen hep mağrur bir tavır takınıp Yağmur’un yaptığı çirkefliklere dengeli tepkiler veriyor, bu da ondan büyük arkadaşını deli ediyordu :) Offfff, offf. Evet başta o yoktu, kızım yoktu ama artık durum farklı, değişik, yaşanmışlıklarımı nasıl göz ardı edebilirim. Bu aynı en sevdiğin filmi televizyonda izlerken elektriklerin kesilmesi gibi... Öğlen gördüğüm o yaşlı adam ve torunu beni ağlama krizine sokunca olayın ciddiyetinin daha da bir farkına vardım galiba. Açıkçası adam adına üzülmüştüm çünkü eğer benim hissettiklerimi hissetmiş olsaydı ve torunu hala yanında olsaydı fikrimce onu iki kat daha fazla severdi. Ya marketteki kadına ne demeli. Tatlı küçük kızı reyonları gezmek, etrafı incelemek isteyince sert bir şekilde kızıp yanından ayrılmamasını söylemişti, halbuki ufaklık hiçbir teklike barındırmayan o küçücük markette gezip oynamak istiyordu. Kadın öyle bağırınca nasıl da sinirlenmiştim... Beni üzen, bir şeylerin yokluğunu hissetmem mi yoksa daha önce hissettiğim duyguların şu anki yokluğumu beslemesi mi?! bilmiyorum...Tek bildiğim çok fazla uykum geldiği. En iyisi yatayım artık, onsuz bi gün daha bitti...